TÜRK TOPLUMU ÜZERİNE TEZLER

TÜRK TOPLUMU ÜZERİNE TEZLER

Kaotik bir huzurun hüküm sürdüğü Budist coğrafyalarda geçirdiğim dokuz yılın ardından, tamamen farklı bir kaosun yaşandığı memleket topraklarına geri döndüm. Bu süreç, içinde doğup büyüdüğüm Türk toplumuna dair daha keskin gözlemler yapma şansı sundu. Şimdiki kaos, birbirini bir kaşık suda boğmak için fırsat kollayan, haset dolu, hoşgörüsüz, güce tapan ve gösteriş meraklısı bir toplumun yarattığı sevimsiz bir durumdu. Bu foseptiğin içinde doğanlar, mevcut durumdan zaman zaman şikayet etseler de realiteyi kanıksamış ve normalleştirmiş durumdalar. Başka kültürlerin içinde yaşamamış, farklı evrenlerin varlığından habersiz milyonlar, mevcut kültürel normları ister istemez kabullenmiş olarak yaşamlarına devam ediyor. Bu durum yalnızca muhafazakar %50 için değil, sekülerlik iddiasındaki diğer topluluklar için de geçerli.

Tarihte kurduğu 16 devletin neredeyse tamamının yine diğer Türk boylarının doğrudan ya da dolaylı etkisiyle yıkıldığı ilginç bir toplumdan bahsediyoruz. Birbiriyle uğraşmak, Orta Asya’dan miras kalan ata sporlarımızdan biri. Üstelik bu durum yalnızca Türkiye ile sınırlı değil; en çok dayanışmaya ihtiyaç duyulan gurbette bile Türk insanı, birbirinin kuyusunu kazma konusunda hiçbir millete birinciliği bırakmıyor.

Yurtdışında yaşamış olanlar iyi bilir; İtalyanlar, Fransızlar, İsrailliler birbirlerinin dükkânlarından alışveriş yapar, yabancı topluluklar her anlamda birbirini destekler. O sırada Türkler ise birbirlerinin döner kebabını kötülemekle meşguldür. Asla çevrelerinde kendilerinden daha başarılı, daha mutlu birilerini görmek istemezler. Sözde koyu milliyetçilikleri, gerçek hayatta hiçbir anlam ifade etmez. Birbirlerini destekleyip yükseltmek, yaşadıkları ülkede Türk insanının prestijini artırmak yerine, kendi içlerindeki kavgalarla gündeme gelirler.

Üstelik güçleri de yalnızca birbirlerine yeter. Hızla mafyalaşır, ama yalnızca gözü kestiklerine, kendilerinden daha güçsüz olanlara bulaşırlar. Rus mafyası ve benzeri tehlikeli odaklardan özellikle uzak durmaya özen gösterirler. Güce tapınma, kendinden güçsüzü ezme hali, toksik erkekliğin yüceltildiği gayrimeşru dünyada da hükmünü sürdürür.

OKUMAYA MESAFELİ SÖZEL KÜLTÜR TOPLUMU

Türkiye’de farklı siyasi kamplardan insanların üzerinde uzlaştığı nadir gerçeklerden biri, Türk toplumunun okuma yazmaya olan mesafesidir. Bunun kökenine inmek için yine Orta Asya'ya dönelim. Türklerin tarihte bıraktığı ilk yazılı eser olan Orhun Anıtları’nın bile katibini Çin’den getirdiğimiz bir gerçek. Matbaanın Osmanlı'ya Batı’dan tam 200 yıl gecikmeli gelişini ise zaten hepimiz biliyoruz.

Bir toplumun tarih, bilim, edebiyat ve felsefede ilerleyebilmesi için yazılı kültür kaçınılmaz bir gerekliliktir. Sözlü kültürde sınırları belirli, somut bir dünya varken; yazılı kültür, kavramları soyutlayarak bu sınırları kaldırır ve yeni bakış açılarına kapı açar. Ancak Türk toplumundaki bu yüzeysellik, bilgiye karşı gösterilen direnç ve entelektüel sığlık, Orta Asya'dan beri devam eden sözlü kültür döngüsünü kıramamaktan kaynaklanıyor.

Son iki yılda 1 milyon öğrenci, üniversiteye giriş sınavlarının ilk basamağını dahi geçemedi, 100 bin öğrenci ise sıfır çekti. Sınavlardaki bu başarısızlık; son 20 yıldaki yanlış eğitim politikaları, ekonomik kriz, beslenme yetersizliği gibi faktörlerle açıklanabilir. Ancak daha da vahimi, OECD verilerine göre Türkiye nüfusunun %40’ının okuduğunu anlama yeteneğinden yoksun olması. Bu durum, toplumun ne kadar kolay manipüle edilebileceğinin en somut göstergesi.

Bu noktada, Hrant Dink cinayetinin öncesinde yaşananlar acı bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Hrant, ironik bir üslupla Türk düşmanlığından beslenen Ermeni milliyetçiliğini eleştirmişti. Ancak okuduğunu anlamaktan aciz bir toplum ve siyasetçiler, onun bu sözlerini çarpıtarak linç kampanyası başlattılar. Sonuç olarak, faşist bir tetikçinin kurşunuyla hayatını kaybetti.

Hrant katledildiğinde üniversite öğrencisiydim. Kampüsteki genel hava, onu savunmanın vatana ihanet olduğu yönündeydi. Çünkü okuduğunu anlamaktan yoksun, manipülasyona açık kitleler çoktan üniversite sıralarını doldurmuştu.

 Türk toplumu okumamanın tabii bir sonucu olarak yazma eylemi ile de iştirak eden bir toplum değildir. İnternette herhangi bir konu araştıracak olduğunuzda, Türkçe kaynakların yetersizliği gözünüze çarpar. Yazılı kültür toplumu olan komşumuz Ruslarda ise, açtıkları forumlar, yazdıkları bloglar sayesinde, ihtiyacınız olabilecek birçok konuda hiç de fena sayılmayacak Rusça içeriklere ulaşabilirsiniz. Yani sadece profesyoneller değil, sıradan vatandaşlar da herhangi bir forumda söz hakkını kullanıp sayfalarca içerik yazabilmektedirler. Moskova metrosunun uzun yürüyen merdivenlerinde bile elinden kitabı düşürmeyen bir toplumdan bahsediyoruz.

İnternetin hayatımıza yeni yeni girdiği dönemde, ICQ sohbet odalarının dörtte biri Türk kullanıcılar tarafından adeta işgal edilmişti. Sözel kültürün etkisinde olan Türkler, yeniliklere büyük ilgi gösterseler de teknolojiyi bilgiye ulaşmak için değil, daha çok sohbet odalarında lak lak edip partner aramak amacıyla kullanıyordu. Bugün ise bu alışkanlık, yerini akıllı telefonlardaki TikTok uygulamasına bıraktı.

Nüfusun büyük bir kısmını oluşturan işçi sınıfı, Z kuşağı ve ev hanımları, zombiye dönmüş halde saatlerini, hatta günlerini TikTok’taki 10-15 saniyelik akıl dışı videolar ve canlı yayınları izleyerek harcamaktadır. Türkiye’de toplumsal dönüşüm hedefleyen her birey ve siyasi yapı, öncelikle Türkçe TikTok içeriklerini ve kullanıcı yorumlarını incelemeli, ardından hedeflerini bir kez daha gözden geçirmelidir.

Sözel toplum davranışına güncel bir örnek de Türklerin kripto para piyasasıyla kurduğu ilişki üzerinden verilebilir. 2020-2021 yıllarındaki boğa sezonunda, diğer birçok kalabalık üçüncü dünya ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de büyük bir hype yaşandı. Ülkenin dört bir yanında bakkalından manavına, berberinden esnafına herkes kripto paraları konuşur hale geldi. Oysa ki bu yenilikçi piyasaya girmek için az da olsa teknik analiz (borsa grafikleri) ve temel analiz (piyasa takibi) bilgisi gerekmekteydi. Ancak çoğu insan, kulaktan dolma bilgilerle şuursuzca piyasaya girerek birikimlerini kaybetti.

Aradan yıllar geçmesine rağmen bu alanda kayda değer bir ilerleme görmek hâlâ mümkün değil. Denemesi bedava; siz piyasa hakkında gerçekçi, verilere dayalı uyarılar yaptığınızda, insanlar hâlâ sağdan soldan duydukları yanlış bilgileri size satmaya kalkacaktır. Çünkü okumak, araştırmak ve kendini geliştirmek, maalesef toplumumuzun doğasında yoktur.

Z KUŞAĞI

Z kuşağı olarak adlandırılan, 1997 sonrası doğan jenerasyon, kendisinden önceki nesillerin ne olumlu ne de olumsuz yönlerini takip etmeyen, statükoya tamamen karşı duran, adeta sıfır kilometre bir nesil olarak karşımızda. Aslında, dünyanın tam da ihtiyacı olan şey buydu. Ancak bu nesil, gözlerini AKP Türkiyesi'nde açtı ve tek parti, tek lider rejimi dışında bir düzende hiç yaşamadı. Ekonomik, sosyal ve kültürel çöküş dönemine denk gelen Z'ler, eğitim sisteminin en vasat olduğu yıllarda okul hayatlarını tamamladı. Üstelik, dünyada sosyal medya bağımlılığının zirveye ulaştığı bir çağda büyüdüler.

Sonuç olarak; Uykusuz, Penguen gibi üçüncü nesil mizah dergilerinden bile habersiz, Instagram ve TikTok'ta yaşayan, tüm varoluşunu bu platformlar üzerine inşa eden, bu bağımlılığın bir sonucu olarak 15 saniyeden uzun bir süre dikkatini toplayamayan, e-sigaralarından ciğerlerine sürekli gliserin çekerek telefonda başkalarının hayatlarını izleyen, vasat bir kuşak olarak karşımızdalar. Globalleşmiş bir dünyada büyümelerine rağmen yabancı dil yetkinlikleri son derece zayıf. Antalya gibi turistik bir bölgede bile yabancı turistler, bir haftalık tatillerinde doğru düzgün İngilizce konuşabilen bir Türk ile karşılaşamamaktan şikayetçi. Avrupa’nın hemen yanında yer almamıza rağmen, yabancı dil konuşma oranımız Arap ülkelerinin bile gerisinde. Suriye iç savaşının ilk yıllarında, sokaklarda yaşayan Suriyeli çocukların İngilizceye olan hakimiyetine şahit olanlar, bu konuda benimle aynı kanıya varmışlardır.

Sanırım Z’lerin tek başarısı, bir tür kılık kıyafet devrimi yapmak oldu. Artık metropollerin en muhafazakâr semtlerinde bile alabildiğine açık giyinebiliyorlar. Eski Türkiye’de kapalı annelerin kapalı kızları olurdu; bugün ise yanlarında cesur kıyafetlerle dolaşan kızları görmek mümkün. Hatta Instagram fotoğraflarını bile annelerine çektiriyorlar. Biçimsel de olsa, bunu bir ilerleme olarak görüyorum.

Z kuşağı adına en üzücü olan şey, ülkedeki ekonomik dar boğaz nedeniyle büyük hayaller kurmaktan yoksun olmaları. Özellikle Anadolu'daki genç kızlar, 20 yaşına geldiklerinde geleneksel kodlara uyarak söz, nişan ve evlilik döngüsüne girip çeyiz hazırlamaya başlıyorlar. Batıdaki akranları gibi dünyayı gezmek, hobiler edinmek gibi hayalleri yok. Alım güçlerinin düşüklüğü nedeniyle en büyük lüksleri, bir kahve zincirinde küçük boy kahve siparişi verip bunu “story” olarak paylaşmak.

Z kuşağını, Türkiye'nin çok talihsiz bir dönemine denk gelmiş kayıp bir jenerasyon olarak görsem de, ardından gelen ve şu an 10’lu yaşlarında olan "Alfa Kuşağı"ndan umutluyum. Sokak röportajlarında anne babalarından mikrofonu kapıp, ekonomi ve siyaset üzerine onlardan daha akıllı yorumlar yapan bu küçük insanlar, geleceğin İndigo kuşağı olabilir mi? Zaman gösterecek.

GÖSTERİŞ KÜLTÜRÜ

Bir az gelişmişlik göstergesi olan gösteriş kültürü, Türklerin Orta Asya bozkırlarından çıkıp Anadolu ve Ortadoğu’ya yayılmaları, burada yerleşik hayata geçmeleri ve İslamiyet’in kabulüyle Arap etkisine girmeleri sonucu günümüze kadar taşıdığımız bir özellik. Orta Asya steplerinin gösterişten uzak, asi kültürü, zamanla Arap çöllerinin şatafat ve ihtişam tutkusuna evrildi.

Medeniyet yarışında hep geriden gelen ve geç kalmışlık hissiyle yaşayan Türk toplumu, bu avamlığını bir türlü üzerinden atamadı. Cumhuriyet, bu geri kalmışlığı sona erdirip Batı medeniyeti ile aramızdaki açığı kapatma projesiydi; ancak tam anlamıyla başarıya ulaşamadı. Popüler bir örnek vermek gerekirse, Dilan Polat davası bu gösteriş kültürüne çarpıcı bir örnek. Türlü gayrimeşru işlerden voleyi vuran Dilan Polat, sosyal medyada servet pornografisi yaparak dikkatleri üzerine çekti ve hakkında yürütülen soruşturma sonucunda ailesiyle birlikte tutuklandı. Eğer sessiz sedasız işlerini yürütseydi, muhtemelen hiç yakalanmayacaktı. Ancak kolay ve sınırsız para, içindeki gösteriş merakını tetikledi ve sonunda hem kendisini hem de ailesini yaktı.

Siyasal İslam’ın iktidarda olduğu son yirmi küsur yılda, iktidara yakın muhafazakâr kesim hızla zenginleşti. 90’larda Ümraniye sokaklarında annesinin paltosunu tutarak yürüyen türbanlı genç kadınlar, eşlerinin aldığı ihalelerle bir anda parayı buldu. Bugün, altın varaklı koltuklarla döşenmiş salonlarda günler, sünnet düğünleri, baby shower gibi etkinlikler düzenleyip videolarıyla internette seküler kesimin eğlencesine dönüşüyorlar.

Gösteriş kültürünün en çok göze battığı bir diğer alan ise trafik. Resmi bir görevi olmamasına rağmen, iktidara yakın nüfuzlu kişiler yasadışı bir şekilde çakarlı araçlarla hem hava atıyor hem de geçiş üstünlüğü sağlıyorlar. Trafik canavarı olarak aramızda dolaşan lüks araçlar—Audi, Volvo, Mercedes gibi markalar—bu kültürün bir başka yansıması. Bu araçları satın alacak refaha sahip kesimler, trafikte de kendi hiyerarşilerini kurmaya çalışıp diğer sürücülere zorbalık yapıyorlar.

İŞ HAYATI

Ucuz iş gücü cenneti olan Türkiye, insan odaklı olmayan vahşi kapitalizmin en acımasız örneklerinin yaşandığı bir ülke. Buna ek olarak, iş hayatı Türk insanının tüm toksik yönlerini gözlemleyebileceğiniz bir alan. Zaten düşük ücretlerle, güvencesiz, türlü hak gaspları ve sömürü altında çalışan mavi ve beyaz yakalı işçiler, bir de otoriteyi ele geçirdiğinde tüm komplekslerini çevresine kusan problemli yöneticilerle ve bu otorite karşısında boyun eğip birbirleriyle uğraşan pasif-agresif mesai arkadaşlarıyla mücadele etmek zorunda kalıyor.

Yabancılarla çalışanlar bilir; yabancı yöneticiler iş odaklıdır ve çalışanın mutlu olduğu takdirde daha verimli olacağını içselleştirmişlerdir. Bu yüzden, üzerlerine vazife olmayan konulara karışmaz, çalışanlara saygı gösterir ve belirli bir mesafeyi korurlar. Oysa Türkiye’de profesyonellik reddedilir. Duygusal, kırılgan ve sınırlarını bilmeyen Türk yöneticiler, çalışanlara eziyet etmeyi adeta bir görev bilir. Genel olarak mutsuz ve gergin olan, çevresinde mutlu insan görmeye tahammül edemeyen Türk insanı, iş hayatında otoriteyi ele geçirdiğinde çalışanların işini zorlaştırmaktan keyif alır. Sadizm, Türk iş dünyasının en baskın dinamiklerinden biridir.

SİYASET VE TÜRKİYE SOLU

Türk toplumundaki itaat kültürü, Asya bozkırlarının doğal bir sonucuydu. Askerileşmiş Türk boyları için barbarlık ve savaş çağlarında hayatta kalma avantajı sağlamış bu özellik, modern çağda demokrasi ve çok sesliliğin öne çıktığı dönemde hala üzerimizden atamadığımız ilkel bir yön olarak varlığını sürdürüyor. Türkiye’de toplumun son 22 yılda yaşananlara rağmen neden hep aynı lideri seçtiği ve liderle nasıl bir bağ kurup neden itaat ettiği, muhtemelen Erdoğan sonrası da sosyologlar ve psikologlar tarafından tartışılacak. O yüzden bu konuya hiç girmeyelim.

Marksist fikriyatın ülkemizde önemli katkılar sunmuş ismi Yalçın Küçük’ün hafızamda kalan bir sözü var: “Anarşist damarı olmayan, reddetmeyi bilmeyen bir toplumda sosyalizmi inşa etmeye çalışıyoruz.” Evet, otoriteye, babaya ve devlet babaya itaat, alnımıza kazınmış bir Asya bozkır kültürü geleneği. Evde baba dayağı ve azarı, okulda öğretmen korkusu, sokakta devlet korkusu korkusuna boyun eğmiş bireyler, tüm söz hakkı ellerinden alınmışçasına duygularını, isyanlarını muhataplarının yüzüne açıkça ifade etmekten acizdirler. Bu baskı ortamı, Türk toplumunun genelinde pasif agresif bir kişilik bozukluğu geliştirmiştir. İnsanlar, hasımlarının çayına tükürür, arkasından konuşur ve yalnızca linç ortamlarında öfkelerini kusarak kendilerini ifade ederler. Bu yüzden coğrafyamızda düello değil, linç kültürü hâkimdir.

Lider kültü ile kadınlar arasında daha da boyutlu Freudyen bir ilişki olduğu kanısındayım. Başı açık olup, modern bir hayat yaşayıp Erdoğan’a hayranlık duyan kadınların sayısı toplumda hiç de az değil (Kendi mahallesinin dışına çıkmayan Türkiye’nin seküler kesimi için bu insanlar görünmezdir). Erdoğan her ne kadar onların yaşam tarzını tasvip etmese de, uzun süre Türkiye gibi önemli bir ülkede iktidarı elinde tutuyor olmak bile reisi, kadınların gözünde çekici bir erk, iktidar sembolü haline getirmiştir. Aynı şey karşı cephe için de geçerlidir. Son dönemde sosyal medyada AI (Yapay Zeka) teknolojisi kullanarak Atatürk resmi ile kendilerini yan yana koyan kadınlarımız, Atatürk’ü milli duygulardan ziyade erke yakın durarak, ondan güç aldıkları cinsel bir simge haline getirmişlerdir. Hristiyan batı toplumunda İsa’nın kadınlar için aynı zamanda bir sex sembolü olması tartışması da aynı yere dayanıyor.

Gelelim Türkiye’deki sol siyasete… 20 senelik bir aranın ardından 2023 genel seçimleri öncesi son kez sahalara döndüm. Sahada gözlemlediğim şey şuydu; Antalya gibi turizmin başkenti olan, muhalefetin güçlü olduğu bir şehirde bile toplumun vasatlığı içler acısı. Seçim öncesinin politize ortamında, üyesi olduğum partinin önlükleri ile birkaç kez bildiri dağıtımına katıldım. İlgilenen, karşısındaki ile göz kontağı kuran, saygı duyan, teşekkür eden nazik insanların sayısı nüfusun toplamına göre sadece %5. Geriye kalan %95’i en basit anlatımıyla HÖDÜK. Antalya böyle ise iç Anadolu’yu düşünemiyorum bile. Bu manzarada iktidar partisinin girdiği her seçimi kazanmış olması şaşırtıcı değil.

Sol’un durumu ise içler acısı, 20 yıl önce bıraktığım yerdeler. Yapay Zeka’nın yavaş yavaş hayatımıza girmeye başladığı, dünyada robot teknolojileri ve kuantum bilgisayarların tartışıldığı bir dönemde hala Şeyh Bedreddin anması yapıp, halay çekerek “Dersim mi Tunceli mi denmeli?” tartışmaları yapıyorlar. Toplumun en aydın ve ilerici olması gereken kesimi olan solcular bu statik yönleri sebebiyle günümüze hitap edemiyorlar. Sözel kültür bu topluluk içinde de etkisini gösteriyor. Sol, tek yönlü ve yetersiz okuma sebebiyle Marksist teoriye dahi hakim olmayan, aynı 100 kelimelik retorik ile hayattaki her şeyi açıklamaya çalışan bir yarı entelektüeller çöplüğü gibi. Geçmişte katıldığım mitinglerde dikkatimi çeken şey; kimsenin kürsüde söz alan kişiyi dinlememesiydi. Kürsüdeki konuşmacı neden o meydanda bir araya gelindiğini anlattığı sırada, slogan atıp halay çekmekte bir beis görmüyorlar. Solculuk Türkiye’de sınıfsal bir mücadeleden ziyade duygusal motivasyonlarla verilen bir kimlik mücadelesine dönüşmüş durumda.

Toplumdaki genel hasetlik, sol içindeki tartışmalara da nüksetmiş. Eğer bir sol parti ezber bozup farklı stratejilerle topluma hitap etmeye başlıyorsa, diğer sol siyasetler yapıcı olmayan türlü iftira ve ithamlarla o partiyi aşağı çekmeye çalışıyorlar. Bunun dışında partilerin kendi içlerinde, lideri eleştiren veya farklı bakış açısına ve yaşam biçimine sahip kişiler aynı partinin üyeleri tarafından kolayca ötekileştirilip hedef tahtası haline getiriliyorlar. Ülkede legal sol siyaset, sağ partilerdeki gibi ayak oyunları ile koltuk ve mevki hırsı arasına sıkışmış durumda. Ülkenin insan kumaşı maalesef bu şekilde; sokaktaki toksik yapı sol partilerde de varlığını hissettiriyor.

Solun diğer bir handikapı, 80 öncesinden beri üzerinden atamadığı ahlakçılığı. Özel hayatında gayet liberal yaşayan bireyler, parti binasına girdiklerinde ilginç bir şekilde toplumdaki tabulara, İç Anadolu’nun sünni ahlakçılığından devşirme yapay bir sol ahlak anlayışına tutunuyorlar. Sol siyaset içindeki toksik bireylerin, birbirlerinin kuyusunu kazmak için başvurdukları ilk şey ahlak üzerinden atılan iftiralar. Hele ki bu iftirayı atan kadın ise, hali hazırda feminizmin esareti altındaki partiler sorgusuz sualsiz bu ithamları esas alıp üyelerini linç ediyorlar. Sol partiler, azımsanmayacak oranda üyesini, ahlak meselesinin çarpık bir şekilde ele alınışı sebebiyle doğan tartışmalar ve çekişmelerde kaybediyorlar.

Yabancı dil bilmeyen, farklı kaynaklardan araştırma yapmayan Türk solcusu, hala 70’lerin Sovyet ve Çin ekolünün peşinden giderek, Stalin gibi liderleri putlaştırıyor. Erdoğan’ı diktatörlükle eleştiren solcular, ‘36 yargılamaları ile en kıymetli Bolşevik kadroları, askerleri, sanatçı ve edebiyatçıları türlü iftira, tehdit ve işkence altında yalan iftiralarda bulunmaya zorlayıp yok eden, tarih kitaplarından silen Stalin’e övgüler düzebiliyorlar. Hele toplum mühendisliği yapma heveslisi fanatik bazı fraksiyonların, ülkede iktidarı ele geçirdikleri takdirde bir Pol Pot/Kızıl Khmer rejimi kuracakları şüphesiz.

Ülkedeki ana muhalefetin tabanı olan “Atatürk sevdalıları” da, tıpkı dinci cemaatler ve cemaate dönüşen sol partiler gibi tarikatçılara benziyorlar. Kurucu lider ve kuruluş yıllarına dair kulaktan dolma, yüzeysel bilgilerle, tıpkı cemaatçi insan tipinde olduğu gibi bilgiye kapalı yaşıyorlar (Yılmaz Özdil  sebep/sonuç diyalektiğinden uzak popülist yazılarıyla bu topluluğun fikri liderliğini yapıyor). Ayrıca sosyal demokrat sayılan bu kitlenin son derece şovenist ve homofobik olduğu bir sır değil. İzmir’de yapılan bir sokak röportajında, CHP'li teyzelere yöneltilen “eşcinsel bir komşu ister miydiniz?” sorusuna verdikleri cevapları YouTube'dan izleyebilirsiniz.

Siyasi hayatta kendini gösteren fanatizm, kadın hareketinde de etkisini gösteriyor. Eşit haklar için yüz yıllık mücadele geçmişi olan feminist hareket bugün, yalnızca Türkiye’de değil, batıda da “Üçüncü Dalga Feminizm” denen, cinsiyetçi, nefret söylemi geliştiren liberal bir ucubeye dönüşmüş durumda. LGBT ve Queer bireylerin mücadelesi ile birleşen feminizmin gündemi, abartılı cinsel kimlik tartışmalarıyla meşgul. Ülkemizde yakıcı bir sorun olan ev içi şiddet ve erkek şiddetini bahane ederek, cinsiyetçi bir erkek karşıtı söyleme tutunmuş durumdalar. Patriyarkal rejimde avantajlı olan kesimin bir avuç zengin, beyaz erkek olduğu gerçeğini göz ardı ederek, salt sokakta tacize uğramadıkları gerçeği üzerinden tüm erkek bireyleri avantajlı kesim olarak görüp, toplumdaki şiddetin ve tüm kötülüklerin sorumlusu olarak erkekleri hedef gösteriyorlar. Hatta 8 Mart yürüyüşlerine erkekleri istememelerinin sebebini, kadınların örgütlü gücünün potansiyelini ortaya çıkartmak değil, erkekleri potansiyel tacizci olarak görmeleri olarak ifade ediyorlar. Öyle ki, Muğla’da bir çete ile birlikte çalışıp, ağına düşürdüğü erkekleri ilaçla uyutup, tecavüze uğrarken fotoğraflarını çekip, bu görüntüler üzerinden yaptığı şantajla zengin olduğu iddia edilen ve daha sonra kurbanlarından biri tarafından öldürülen bir kadının fotoğrafını taşıyıp, kadın hareketinin sembollerinden biri yapmakta bir beis görmüyorlar.

Bu kadar yozlaşmış bir toplumda şiddetin sorumlusunu tek bir cinsiyetin üzerine yıkmak, nereden baksanız fanatizm. . Bu fanatik bakış açısıyla, hali hazırda evde baba, abi, akraba zorbalığına, sokakta ise tacize maruz kalan genç kadınları manipüle edip, birer erkek düşmanı haline getiriyorlar.  Feminist hareket bugün solu öyle boyunduruğu altına almış ki, sosyalist bir partinin bıyıklı lideri bile, partideki baskın feminizm yüzünden 30 yıllık söylemini değiştirip, ekranlarda işçi sınıfının yegane düşmanı olan tekelci kapitalizmi, “erkek rejim” şeklinde tanımlayıp kendini komik duruma düşürüyor.

KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ VE CİNSEL DEVRİM

Dünyada cinsel devrimin fitili, 50’lerin Amerika’sında Beat kuşağı tarafından, caz müziğin ritmi ve uyuşturucu kültürünün etkisiyle ateşlendi. 60’ların sonlarına gelindiğinde, Soğuk Savaş’ın etkisiyle başta Vietnam olmak üzere üçüncü dünya ülkelerindeki kızıl cephelere asker gönderen Amerika’da, savaş karşıtı hareketle birleşerek “Savaşma, Seviş” sloganı altında daha da görünür hale geldi.

Türkiye’de ise cinselliğin toplumsal etkisi, 70’lerde Yeşilçam’ın erotik film furyasıyla kendini gösterdi. 12 Eylül darbesinin getirdiği faşist baskılar bu değişim rüzgârlarını sekteye uğratsa da, 90’larda Özal Türkiye’sinin Amerikanlaştırma politikaları, Cem Uzan’ın özel televizyon kanallarında yayınlanan kırmızı noktalı içerikler ve popüler kültürde cinselliğin öne çıkmasıyla yeniden gündeme geldi. 2000’lerde ise AKP’nin muhafazakâr politikalarıyla bir kez daha görünürlüğü azalan cinsellik, sosyal medyanın (özellikle Instagram ve TikTok) etkisi ve bu mecraya bağımlı yaşayan Z kuşağı sayesinde yeniden tartışılmaya başlandı. Bugün New Jersey’deki bir gençle Urfa’daki bir genç, ekranlarında aynı görselleri kaydırıyor ve bu durum kültürler arasındaki farkı her geçen gün azaltıyor.

Bu bağlamda, Z kuşağının Atatürk’ün bile başarmakta zorlandığı kıyafet devrimini sessiz sedasız gerçekleştirmiş olması dikkat çekici bir detay. Ancak bu kuşağı yetiştirenlerin, muhafazakâr Boomer neslinin çocukları olan X ve Y kuşağı olduğunu unutmamak gerek. Metropollerde cinsellik bugün daha özgür yaşanıp konuşulabilse de, Anadolu hâlâ bu gündeme kapalı. Türkiye’nin en seküler kesimlerinde bile cinsellik hâlâ büyük bir tabu. Türkiye solunun cinsellikle imtihanını zaten önceki paragraflarda açıkladım. Cinsel devrimin önemi zaman zaman sol-liberal aydınlar tarafından gündeme getirilse de, toplumun ilerici kesimleri dahi bu konuyu hafife alıyor.

Freud’a göre cinsel tatmin eksikliği, psikolojik problemlerin büyük bir kısmını açıklamak için yeterlidir. Freud’un öğrencisi Wilhelm Reich ise bu görüşü daha da ileri taşıyarak, cinsel tatminin faşizm, şiddet, kibir ve diğer kötülüklerden uzak durmak için kritik bir etken olduğunu savunur. Faşizm, şiddet ve kibir… Türk toplumuna uzaktan baktığımızda; trafikteki agresiflikten eğlence mekânlarında çıkan kavgalara, kasada suratı asık çalışanlardan asansörde selam vermeyen insanlara, metrobüste zombiye dönmüş ifadelere ve nezaketi zayıflık olarak algılayan kadın-erkek profillerine kadar birçok sorunun temelinde cinsel tatmin eksikliğinin yattığını görmek mümkün.

Bugüne kadar Rusya, Küba, Brezilya ve Gürcistan gibi ülkelerden dans ekiplerinin sahne şovlarını izledim. Dansçı kadınlar sahnede ışıklarını saçmak için gülümserler. Ancak bu, Türkiye’de farklıdır. Zaman zaman turistlerin de dikkatini çeken şey, Türk dansçılarının sahnede bile somurtmasıdır. Bu durum, annelerinden miras kalan derin mutsuzluk ve cinsel tatmin eksikliğinin bir yansımasıdır. Dünyada Türk kadınlarının genellikle asık suratlı olarak tanınmasının temel nedenlerinden biri de budur (şüphe duyanlar Türkiye’de yaşamış yabancılara sorarak bunu test edebilirler).

Bu derin mutsuzluk ve özgüven eksikliği, sosyal medyayı kadınlar açısından bir et pazarına dönüştürmüş durumda. Sosyal, ticari, akademik ya da sanatsal alanda herhangi bir başarı gösterememiş genç kadınlar, varoluşlarını genellikle cinsel çağrışım yapan uzuvları (çoğunlukla kalçaları) üzerinden tanımlıyorlar. Fitness salonlarında bölgesel çalışmalar yapmalarının ana sebebi de büyük ölçüde bu. Sürekli bu bölgeyi ön plana çıkararak, sosyal medyada aldıkları beğenilerle dopamin salgılayıp geçici bir tatmin yaşıyorlar. Telefonu ellerinden düşürmemelerinin temelinde yatan şey de bu dopamin bağımlılığı.

Batı bu meseleleri çoktan çözdü; doğunun muhafazakâr toplumları ise cinselliği kamusal alandan uzak tutarken, doğal bir dürtü olarak kabul edip genç yaşta evliliği teşvik ederek bu soruna kendi yöntemleriyle çözüm buldu. Fakat doğulu mu, batılı mı olduğuna karar veremeyen Türk toplumu, bu kimlik bunalımının sancılarını yaşamaya devam ediyor. En çok vajinismus vakalarının kırsal kesimde değil, şehirli ve eğitimli kadınlar arasında görülmesi de oldukça düşündürücü.

Toplumdaki cinsel açlığı ifade etmek için sıkça kullanılan “Türkiye cinselliğin Afrikası’dır” sözü aslında pek de yanlış değil. Artık sosyal medya ve dating uygulamaları sayesinde, geçmişte daha utangaç bir şekilde ilerleyen kadın-erkek iletişimi, kaotik bir ortama dönüştü. Erkeklerin fütursuzca DM’den yürüdüğü bir dünyada kadınların maruz kaldığı yoğun ilgi, onların psikolojisini tamamen değiştirdi. Bu ilgiyle başa çıkabilmek ve şişirilmiş egoların yarattığı kibir tuzağına düşmemek için bireyin kendini çok iyi yetiştirmiş olması gerekir. Ancak Türkiye’deki genel entelektüel düzeyi göz önüne alırsak, çoğu kadın bu "challenge" ile baş edebilecek altyapıya sahip değil.

Sonuç olarak, ülkede birçok kadın maalesef “God Complex” (Tanrı Kompleksi) yaşıyor. Salt karşı cinsin ilgisine dayalı şişirilmiş egoları, kendilerini ayrıcalıklı ve fikirlerini tartışılmaz görmelerine yol açıyor. Dış görünüşlerini abartarak, gerçeklikten kopmuş bir şekilde kendilerini kusursuz sanıyorlar. Yapıcı eleştiriye tamamen kapalılar; en ufak bir tenkit karşısında bile büyük bir kırılganlık sergiliyorlar. Etraflarındaki erkekleri birer "sağlayıcı" olarak görüp, cinselliği karşı tarafa koşullu olarak sunuyorlar. Karşı cinsle iletişim tamamen bir ego savaşına dönüşmüş durumda; iltifatı karşıdan bekleyip, kendileri asla iltifat etmiyorlar. Bunu kendileri için küçük düşürücü buluyorlar. Instagram’da bol takipçili kadın profillerine baktığınızda, kendilerini adeta yarı tanrıça gibi göstermeye çalıştıkları pozlar dikkatinizi çekecektir. Bu kişilikleri yakından tanımasanız bile, profil fotoğraflarından, notlarından ve dövmelerinden hareketle onların psikolojileri hakkında fikir sahibi olabilirsiniz. Tüm bu işaretler, Tanrı Kompleksi'nin belirtileridir.

Özetle, cinsellik Türk toplumunun acilen çözmesi gereken en önemli meselelerden biridir. Ülkede gerçek bir cinsel devrim yaşanmadan, inşa edilecek her türlü sosyal ve politik düzen eksik ve sorunlu kalacaktır.

AKADEMİ

Akademiler, toplumların çöküş ve çürüme dönemlerinde bile ayakta kalan entelektüel kalelerdir. Rejimler değişse de bilimsel özerkliklerini korumayı başarırlar. Ne İngiltere kralları ne de Bolşevik devrimi akademiye müdahale edebilmiştir. Yeni Türk Cumhuriyeti kurulduğunda da akademiler ilkelerinden taviz vermemiş, iktidara muhalefet etmekten çekinmemiştir. Ancak Türkiye’de akademinin bugünkü hali içler acısıdır.

12 Eylül faşizmi, yaklaşık 12.000 akademisyeni üniversitelerden uzaklaştırarak akademinin içini boşaltmıştır. Bugün derslerinize giren yetersiz, dar görüşlü akademisyenler, işte o dönemde solcu akademisyenlerin yerine doldurulan kadroların eseridir. Bilimsel etikle ilgisi olmayan, suya sabuna dokunmayan bu kadrolar, kendileri gibi vasat ve liyakatsiz akademisyenler yetiştirmiştir. AKP döneminde ise torpil, cemaatleşme ve kayırmacılık üniversiteleri tamamen sarmış durumdadır. Bugün Türkiye’de uluslararası bir makale yayınlayabilmiş akademisyen oranı sadece %7’dir. Hatta akademisyenler arasında bile doğru Türkçe kullanımı yerlerde sürünürken, influencer’lardan düzgün dil bilgisi beklemek safdillik olur.

Akademideki sistemsel sorunların yanında, sokakta olduğu gibi kibir, kompleks ve hasetlik de egemendir. İşini hakkıyla yapan ve haksızlıklara karşı sesini yükselten akademisyenler, her alanda olduğu gibi burada da hoş karşılanmaz.

Bu durumu bizzat deneyimlediğim bir anıyla anlatayım. Vietnam üzerine bir yıl boyunca hazırladığım araştırma yazımı tamamladıktan sonra, Vietnam'da görev yapan bir Türk akademisyene maille gönderdim. Ancak bana dönüşünde yazımı hiç okumadan “gezi blogu” olarak küçümsemişti (oysa bu sıradan bir seyahat yazısı değil, kapsamlı bir araştırmaydı). Üstüne, kendi çıkarmaya hazırlandığı Vietnam kitabının reklamını yapmakla meşgul olmuştu. Açıkçası, ileride yazımdan intihal yaparsa hiç şaşırmam. İşte Türk akademisinin bugünkü hali!

DOSTLUK İLİŞKİLERİ

Türk insanındaki bilgiye karşı olma ve gerçeklikten kaçma eğilimi, dostluk ilişkilerine de yansır. Her tartışmada kendini haklı görme, özeleştiri yapamama gibi narsist eğilimler, her insanda az ya da çok bulunur. Ancak Türk insanına bir Avrupalı gibi doğrudan eleştiri yapıldığında, bunu samimi ve dostça bir uyarı olarak değil, ofansif bir tavır olarak algılarlar. Eleştirileri dikkatle dinleyip yanlışlar üzerinde düşünmek, Türk insanına oldukça uzak bir davranıştır. Eleştiri karşısında aşırı kırılgan olmaları, dostluk anlayışlarını da etkiler. Onlar için dostluk, birbirini pohpohlamak ve iyi hissettirmekten ibarettir. Eleştiriyi yıkıcı bir faaliyet olarak görmek, yalnızca dostluk ilişkilerinde değil, siyaset hayatında da geçerlidir. Denemek isteyenler, bir siyasi partiye üye olup, partideki yetkilileri eleştirmeye kalksınlar, adım adım tasfiye edildiklerini göreceklerdir.

SONUÇ

Türk toplumu, tarih boyunca medeniyet yarışında geride kalmış bir toplumdur. Almanlar ve Ruslar, geçtiğimiz yüzyılda modernizme geç kalmanın sonucu olan sosyal-kültürel açığı kapatmayı başarabildiler. Cumhuriyetimiz, tam da bu farkı kapatma hamlesiydi. Ancak, bağımsız politikalar geliştiremeyip, güç odaklarının etkisine kolayca giren ülkemizde, atılmaya çalışılan medeniyet hamleleri baltalandı. Ayrıca, Orta Asya göçebe toplumunda sahip olduğumuz kadının topluluktaki gücü gibi olumlu yanlarımızı, yerleşik tarım toplumuna geçiş ve akabinde Araplaştırma/İslamlaştırma politikaları nedeniyle günümüze kadar taşıyamadık. Bugün okuma yazma oranları yüksek olsa da, sözlü kültüre ait zihinsel işleyişten kurtulamayan toplumumuz, özgün uygarlık girişimlerine değer vermeyen, ilkel, hemşerici ve mafyöz yapılanmalara eğilimli, siyasal tercihlerini de bu eğilim üzerinden yapan, sosyal çürümenin etkisinde vasat bir toplumdur. Bu değerlendirmelerim sadece muhafazakâr yaşayan ve iktidar etrafında kümelenmiş %50 için değil, onun izdüşümü olan diğer %50 için de geçerlidir. Mevcut siyasal yapı ise, adeta bu ülkeye karmasını yaşatmak için gönderilmiş ilahi bir ceza gibidir.

 

Kaynak : Türk Grup Davranışı / Erol GÖKA ( Sözel Kültür tespiti yazara aittir.)

 

 

Yorumlar

img
Site Logo

"Planlarını gece gibi sakla, vurduğunda yıldırım gibi çarp". Sun Tzu

İletişim Bilgileri

Hanoi Opera House Hanoi

sputnik.erkan@gmail.com